Şeyh Mahir Hammud'un Cuma Hutbeleri (8)

Şeyh Mahir Hammud'un Cuma Hutbeleri (8)
Sosyal medyada paylaş: Facebook Twitter Whtasapp

Şeyh Mahir Hammud'un Cuma Hutbeleri (8)

Hamd Âlemlerin rabbinedir. Allahım, Ey Rabbimiz! Senin vechinin celâline ve senin hükümranlığının yüceliğine layık şekilde sana hamd olsun. 

Seni bütün eksiklerden tenzih ederiz. Ancak sen kendine layıkıyla senâ edersin; biz seni layıkıyla övmeye güç yetiremeyiz. Allahım semavât dolusu, yeryüzü dolusu ve bunlardan öte dilediğin dolulukta hamd sanadır. 

Bütün övgüler ve yücelik sanadır. Kulların hak olarak söyledikleri sanadır. -ki hepimiz senin kulunuz- 

Allahım senin verdiklerine mani’yoktur; mani’olduklarına da verilecek/verecek yoktur. Senin katında sâlih amel dışında dünyalık kısmetlerin (mal – mülk, evlat) hiçbiri fayda veremez. 

Allah’tan başka ilah olmadığına; eşi benzeri ve şeriki olmadığına ve efendimiz, önderimiz, hâbibimiz, şefaatçimiz Muhammed’in O’nun kulu Resulü olduğuna şehadet ederim. Onu kendi kulları arasından seçip kendine dost kıldı. O da emaneti edâ etti, risâleti tebliğ etti ve ümmete nasihat edip Allah için hak üzere cihad etti. Biz de bütün bunlara şahitlik edenlerdeniz. 

Selât ve selamların en güzeli ona, pak aline, seçkin ashabına ve din gününe kadar kendisine ihsan üzre tabii olanların üzerine olsun.

“Ey iman edenler! Allah’tan sakının ve kişi yarın için önden ne gönderdiğine baksın. Allah’tan sakının. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Haşr/18)

Değerli kardeşlerim, değim yerindeyse Hz. İsa (a.s)’ın doğum günü ile ilzam olunduk. Biz de biliyoruz ve herkes de biliyor ki İsa (a.s)’ın kesin doğum tarihi bilinmemektedir. Büyük ihtimalle doğumu yaz mevsimine tekabül etmektedir; kutlanan günlere değil. Doğum günü tarihinin bugün olarak seçilmesi Kostantin döneminde Roma İmparatorluğu'nun Hristiyanlığa geçmesiyle oldu. O zamanlar onlarda kutlanan putperestliğe ait bir bayram vardı. Kutlamada aydınlatılan ya da yanan bir ağaç vardı. Bu bayramı Hz. İsa efendimizin doğum tarihine dönüştürmeyi yeğlediler. Ki bunu yaparken doğum tarihine dair herhangi bir malumat sahibi değillerdi. Şayet tarihî bir tahkikle Hz. İsa (a.s)’ın doğum tarihini ortaya çıkarmak istersek buna ulaşamayız.

Bu sözü sadece İslâmî bir pencereden söylemiyorum; bu aynı zamanda ilmî bir tesbittir. Daha sonra bir şekilde bu günün tarihi üzerine ittifak edildi ve böyle sürdü. Tabii Doğu Kilisesi, Batı Kilisesi ile 525 yılı dolaylarında yani takriben Hz. Muhammed efendimiz’in doğumundan75 yıl önce bu tarih üzerine ihtilafa düştü. Ki çok kez zikrettik: o zaman genelde tarihlendirme Kamerî (*ay yılı) takvimine göre yapılıyordu, Firavunlar hariç nerdeyse dünyadaki herkes Kamerî yıla göre tarih tutuyordu, Allahu alem. Tetkik edilmeye muhtaç bir konu aslında. Hesap kitap yaptılar...

Buradaki ve oradaki farkı ortaya çıkardıktan sonra Doğu Kilisesi Hz. İsa'nın doğum tarihini 6 Ocak olarak buldu. Yani yeni yılın başlangıcını... Tabii Doğu Kiliseleri'nin tümü değil;Etiyopya Doğu Kilisesi, Afrika Kilisesi,Kıptî Kilises yani deyim yerindeyse tarihteki ana kilise. Çünkü Batı Kilisesi mevcut değildi. Bu hususla beraber Haç meselesi de ihtilaflı konulardandır. Yüce Allah buyurdu ki:

“Aslında O’nu ne öldürdüler, ne de çarmıha gerdiler, sadece öldürdükleri onlara İsa gibi gösterildi. Gerçekten onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şüphe içindedirler. O hususta hiçbir bilgileri yoktur, ancak zanna uyuyorlar. Kesin olarak O’nu öldürmediler. Aksine Allah onu kendi katına yükseltti. Allah azizdir, hakimdir.” (Nisâ 157, 158) 
 Haç meselesindeki ihtilaf, mîlad (*doğum) tarihinde de mevcuttur. Fakat bugün veya bu gece bütün insanlar doğumu münasebetiyle Hz. İsa'yı (a.s) zikrediyor ve bunun içinayinler düzenliyor. Bize düşen ise bu husus için kendi itikad ettiğimize ve Kur’an-ı Kerim’in ne dediğine devamlı müracaat etmektir. Çünkü bu bir akidedir. 

Bilindiği üzere Meryem (a.s) Suresi’nde İsa (a.s)’ın doğumunu tarif eden o azim, mümeyyiz ve kerim ayetlerle İncil’den tercüme edilen hiçbir metin kıyaslanamaz.Bu nuruhbandan (*Hristiyan ve Yahudi din adamları) pek çok kişi itiraf etmekte...

ki bunlar, içinde dakik detaylar,kuvvetli bir merhamet, azamet ve aralarında irtibatbarındıran bu ayetleri ezbere biliyorlar. Bu ayetlerin yanı sıra Âli imrân Suresi’nde Hz. İsa’nın mucizeleri ve doğum müjdesini haber veren ayetler de mevcut. Ki bir müddet önce Lübnan'da “Müjde Bayramı” ikame edileceği kararlaştırıldı... “Hani melekler şöyle söylemişlerdi: “Ey Meryem! Allah seni kendi katından, ismi Meryem oğlu İsa Mesih olacak bir ‘Kelime’ ile müjdelemektedir.” (Âli imrân 45)

Sanırım 25 Mayıs olarak kararlaştırdılar. Hatta bu tarihte resmi bayram olacak. Neyse burdan kasıt Hz. İsa (a.s)’ın Risâletine ilişkin Kur’an-ı Kerim'de bir çok surede; Meryem Suresi’nde, Alî İmran Suresinde, Zuhruf Suresi’nde, Hadîd Suresi’nde geçen öyle ayetler var ki bu ayetlerin dakik, güzel ve üstün tarifi önünde inciller kelimenin tam anlamıylaaciz kalıyor. Misal İncil’de bahsi geçmeyen, Hristiyanların, kardeşlerimiz ve vatan ortaklarımızın ondan hiç söz etmediği Hz. İsa (a.s)’ın bazı mucizelerini bu ayetlerde rastlıyoruz.Bu mucizelerin başında da Hz. İsa (a.s)’ın beşikte konuşması gelir:
“Nihayet onu kucağında taşıyarak kavmine getirdi. Dediler ki: “Ey Meryem! Hakikaten sen iğrenç bir şey yaptın! Ey Harun’un kızkardeşi! Senin baban kötü biri değildi, annen de iffetsiz değildi. Bunun üzerine ona (çocuğa) işaret etti...” (Meryem 27,28)

Aslında bundan da önce şu ayet gelir: 

“Eğer insanlardan birini görecek olursan: “Ben Rahman’a oruç adadım; bugün hiçbir insanla konuşmayacağım” de.” (Meryem26) 

Yani konuşma orucu tuttu; kimseye cevap vermeyecek. Orda kuytu, yerde ne yapıyorsun? Ve o mevsimde bulunmayan meyveler de nerden geldi? Kış mevsiminde yaz meyvesi; yaz mevsiminde kış meyvesi...

“Ey Meryem, bu sana nereden geldi?’ deyince, ‘Bu, Allah katındandır. Şüphesiz Allah, dilediğine hesapsız rızık verendir’ dedi.” (Âli imrân 37)

İşte bu hususlar da Hristiyanlarca söylenmiş şeyler değildir. Neden uzlete çekildiğini ve bu erzakın kaynağını kendisine sorulduğundakonuşma orucu tutmuş hâlde cevapsız bırakıyor. Tamam bu normaldir; üzerine sabredilebilecek bir şeydir. Fakat daha yirmiden yaş almamış takriben on altı, on yedi yaşlarında ve üstelik bakire olduğu halde elinde bir çocukla gelirse!... İşte bu, üzerine sükut edilmesi mümkün olmayan bir durumdur...

Bu, ağır bir töhmettir. Tabii orda hemen tepki koydular: “Senin baban kötü biri değildi, annen de iffetsiz değildi!” Bunun üzerine o da: “çocuğu işaret etti.” Yani benlik bir şey yok, ona sorun dercesine... Onlar da: “Henüz beşikte olan bir çocukla biz nasıl konuşabiliriz, dediler.”  “(Bebek de) Ben Allah’ın kuluyum, dedi.” Hz. İsa efendimiz beşikteyken konuştu. Ve hadislere göre tarihte beşikte konuşan tek kişi Hz. İsa değildir. Ama hiç kuşkusuz kendisibeşikte konuşanların en azametlisidir.Ondan başkasına da şu mucize verilmedi:

“Dedi ki: “Ben Allah’ın kuluyum. O bana kitabı verdi ve beni peygamber kıldı. Her nerede olursam (olayım) beni mübarek kıldı. Bana yaşadığım sürece namaz kılmamı ve zekât vermemi emretti. Beni anneme saygılı kıldı; beni bedbaht bir zorba yapmadı. Doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak kaldırılacağım gün selâm üzerime olsun.” (Meryem 30, 31, 32)

İşte Meryem oğlu İsa budur; onların bahsettiği gibi değil... “Ben Allah'ın kuluyum” diye başladı... İlah değilim, ilahın oğlu değilim ve Ruh’ul-kudüs de değilim. İşte bundan dolayı bu hakikatler İncil’den çıkarılmıştır. Kuşkusuz bu hakikatler zamanında İncil’de de mevcuttu. Kur’an’da bu hususla ilgili Yüce Allah, Ehli Kitaba defalarca göndermelerde bulunmuştur:

Ey ehli kitap, (kitapta bulunanların) çoğunu gizliyorsunuz... Açıklıyorlar ama çoğunu gizliyorlar...  

“Vaktiyle Allah, kendilerine kitap verilenlerden "onu insanlara açıklayacaksınız ve gizlemeyeceksiniz" diye söz almıştı. Onlar bu sözü arkalarına attılar ve karşılığında az bir değeri satın aldılar. Satın aldıkları ne kadar da kötü bir şeydir!“(Âli İmrân 187)

Tabii Kur’an’da ehli kitap denildiği zaman genelde Yahudiler kastedilmektedir bazen de Hristiyanları da içermektedir. (Ehli kitap) daha sonra üzerine ittifak edecekleriakidelerle ters düşecek pek çok şeyi gizlediler.Daha sonra ortaya çıkardıkları aynı zamanda Kur’an’la da çelişir durumdadır. Misal: O (Hz İsa) Allah'ın kuludur, bir beşerdir, haça gerilmemiştir...

Ve o haça gerilme meselesinden önce göğe yükseltilmiş ve kıyametten 40 yıl önce dönüp Hz. Muhammed (s.a.v)'nin şeriatiyle hükmedecek. Ve o yıllar yer yüzünün şüphesiz en güzel yılları olacak; rahmet, iman, rızık, selamet ve emân bakımından en güzel yıllar...

Dinde birlik sağlanacak; arzın yüzünde başka bir dinkalmayacak. Bu, bütün Hadis kitaplarında serpiştirilmiş mütevatir olarak kabul edilen pek çok Hadisle sabittir. Ki mütevatir hadisler, ilmi bakımından isnad güvenirliği Kur’an-ı Kerim metninin isnad güvenirliği derecesindedir. 

Evet Hz İsa, diğer insanlar gibi bir erkek ve kadın evliliği sonucunda doğmadı. Allah’ın ruhundan doğmuştur. Allah, Hz. Meryem’in rahmine üfledi. Bu nasıl oldu? Hadislerin çoğuna göre onun yeninden (*giysinin kol tarafından) üfledi. Tabii izzetin Rabbi hiçbir şeyde aciz kalmaz; O, her şeyi yapmakta kadirdir. Bir diğer husus ise herhangi bir birleşme olmadan gebeliğin meydana gelmesi hususu üzerinde kardeşlerimizin konuşmasıdır. Gebeliğin süresini dokuz ay olarak belirliyorlar. Gebelik Aralık ayının yirmi beşine, daha doğrusu yirmi dördün gecesine kadar sürüyor ki bu tarihi doğum günü olarak kabul ediyorlar.

İtimat edilen rivayete göre doğum aralığın yirmi dördünü yirmi beşine bağlayan gecede saat on iki de gerçekleşti. Tabii itimat edilen rivayet derken onlara göre itimat edilip üzerine ittifak ettikleri rivayeti kastediyoruz.Yoksa bu rivayetin gerçekle bir münasebeti yoktur. Kur’an ve Hadis’te bunun aksini ispat edecek bir şey yoktur. Ancak orda kapalı bir işaret vardır. O da ilgili ayetlerde “f” (ف) harfinin art arda tekrarıdır. Bu harfin tekrarı “Kitapta Meryem’i de an” ayetinden başlıyor “...selam üzerimedir” ayetine kadar devam ediyor. Yani bu sayfanın dörtte üçü ve sonraki sayfanın dörtte üçüne tekabül ediyor...

Tam on üç kez “f” (ف) harfi tekrarlanıyor. Ve çoğu yerde atıf edatı (*harf-i atf) olarak geçiyor... Genelde “f” (ف) harfi sebep bildiren tümleç olarak kullanılır. Misal, onu vurdum dolayısıyla canını yaktım. Yani sebep oldum. (*Burdaki cümle kurulumu şöyledir: ضربته فأذيته  yani ordaki "ف" harfi sebep bildirir.) Veya peş peşegelen şeyler için kullanılır. Misal, Falanca kişi geldi,Falancakişi geldi. (*Bu cümlenin Arapçası şöyledir: اتى فلانففلان  yani ordaki “f” (ف) harfinin görevi peş peşe gelmeyi ifade eder. Yani: “falanca kişi geldi hemen ardından falanca kişi geldi” anlamı veriyor.) Misal Falanca geldi sonra falanca kişi geldi dersek burdaki “sonra” sözcüğü,iki geliş arasında belli bir müddet geçtiği anlamı verir. “Vav” (و) harfi üzerinden örnek verecek olursak, misal: Falanca kişi ve Falanca kişi geldi.

(*Arapçası: اتى فلان و فلان ) burdaki “vav” (و) harfinde ise tertip yani art ardalık anlamı yoktur. Kimin önce kimin sonra geldiği belli değildir. “Sonra” yani “summa” (ثُمَّ)harfinde ise tertip peş peşe gelme anlamı vardır, ancak çabucakgelişen bir peş peşelik değildir bu. Sürede geçen “f” ise yaniatıf edatı olan “f” (ف), tertip anlamıyla birlikte çabucaklık anlamını da yani peş peşe gelme anlamını da veren“f” harfidir. Yani hızlı bir şekilde art arda gelme olayı vardır. Surede geçen ayetlerdeki atıf edatı olan “f” (ف)  harfine bakalım: (*konunun daha iyi anlaşılması için ayetleri orijinal metniyle vermeyi uygun gördük)

(وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ مَرْيَمَۢ اِذِ انْتَبَذَتْ مِنْ اَهْلِهَا مَكَاناً فَاتَّخَذَتْمِنْ دُونِهِمْ حِجَاباً )

“Kitap'ta Meryem'i de an. Hani o ailesinden ayrılıp doğu tarafında bir yere çekilmişti. “Sonra” ailesinin bulunduğu yerle kendi bulunduğu yeri perde ile ayırmıştı.” (Meryem 16, 17)

 İşte bu ilk “f” atıf edatıydı. (*İmam, bu ayette geçen harf-i atıf olan bizim de “sonra”ve “derken” olarak çevirmeyi uygun gördüğümüz “f”edatına dikkat çekiyor. Burdaki "f” (ف)  edatıyla olayların peş peşe hızlı bir şekilde meydana geldiği anlamı veriliyor) 

(َفاَرْسَلْـنَٓا اِلَيْهَا رُوحَنَا فَتَمَثَّلَ لَهَا بَشَراً سَوِياًّ)

““derken” ona ruhumuzu (Cibrili) gönderdik”-Burda da çabucak bir “sonra”dalık vardır.-

(فَتَمَثَّلَ لَهَا بَشَراً سَوِياًّ)

“...”sonra” ona düzgün bir insan kılığında göründü.”

Bakın burda ise atıf edatı olan “f” yoktur. Sanırsın ki o art arda meydana gelen gelişmeler duruldu:

“Dedi ki: “Ben ancak senin Rabbinin bir elçisiyim. Sana tertemiz bir oğlan çocuk bahşetmek üzere geldim. Dedi ki: “Bana bir insan dokunmadığı ve ben iffetsiz bir kadın olmadığım halde benim nasıl bir oğlum olabilir?Melek, “Haklısın” dedi; Rabbin buyurdu ki: “Bu, bana kolaydır. Çünkü biz, onu insanlara bir delil ve kendimizden bir rahmet kılacağız. Bu, karara bağlanmış bir hükümdür.”

Şimdi bundan sonra tekrar atıf harfi olan “f” edatları başlıyor:

(فَحَمَلَتْهُ فَانْتَبَذَتْ بِه۪ مَكَاناً قَصِياًّ)

“... “derken” ona hamile kaldı ve “sonra” onunla uzak bir yere çekildi” 

(فَاَجَٓاءَهَا الْمَخَاضُ اِلٰى جِذْعِ النَّخْلَةِۚ قَالَتْ يَا لَيْتَن۪ي مِتُّ قَبْلَ هٰذَا وَكُنْتُ نَسْياً مَنْسِياًّ)

“sonra” doğum sancısı onu bir hurma ağacına dayanmaya sevketti. “Âh, keşke” dedi; “Bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim.

(فَنَادٰيهَا مِنْ تَحْتِهَٓا اَلَّا تَحْزَن۪ي قَدْ جَعَلَ رَبُّكِ تَحْتَكِ سَرِياًّ)

“Derken altından bir ses ona seslendi: Hüzne kapılma! Rabbin senin alt yanında bir su arkı vücuda getirmiştir.” 

(وَهُزّ۪ٓي اِلَيْكِ بِجِذْعِ النَّخْلَةِ تُسَاقِطْ عَلَيْكِ رُطَباً جَنِيًّاۘفَكُل۪ي وَاشْرَب۪ي وَقَرّ۪ي عَيْناًۚ فَاِمَّا تَرَيِنَّ مِنَ الْبَشَرِ اَحَداًۙ فَقُول۪ٓي اِنّ۪ي نَذَرْتُ لِلرَّحْمٰنِ صَوْماً فَلَنْ اُكَلِّمَ الْيَوْمَ اِنْسِياًّۚ)

“Hurma dalını kendine doğru salla üzerine yeni olmuş taze hurmalar dökülsün.Ve “sonra” da ye iç, doğacak olan bu çocuktan dolayı da, gözün aydın olsun! Ve insanlardan birini görürsen, ona de ki: Ben, O sınırsız rahmet sahibi Rahman olan Allah’a oruç adadım, bugün hiç kimseyle konuşmayacağım.”

(فَاَتَتْ بِه۪ قَوْمَهَا تَحْمِلُهُۜ)

““sonra” onu taşıyarak kavmine getirdi...” 

Bu kısa pasajda “f” harfininon üç defa art arda  gelmesi bize hamilelik sürecinin dokuz aydan daha kısa bir süre sürdüğünü düşündürüyor. Tabii bununla ilgili elimizde sarih bir hadis ya da bir müfessirin kesin bir görüşü yoktur. Kimisi hamileliğin saatler sürdüğünü, kimisi haftalar kimisigünler kimisi de bir ay sürdüğünü iddia etti. Ancak Allahu alem dokuz ay sürmedi. Ve bu da mucizelerdendir. Birinindiğerinebenzediğini ifade etmek için “biz dokuz ayın çocuklarıyız” (*yani ikimiz de dokuz aylığız) ancak Hz. İsa (a.s) hariç” deriz. Madem mevzunun tümü mucizelerle iç içeyse bu gebelik süreci neden saatler sürmüş olmasın ki... Mesela neden yirmi dört saat olmasın... Yani hadiselerin zincirleme şeklinde meydana gelmesi“f” harfinin art arda gelmesi ve insanların onu (*evladıyla birlikte) görünce şaşırıp kalması ve dahası bütün bunlar buna delalet ediyor. 

O halde onun beşikte konuşması, annesinin ona çabucak hamile kalması ve daha nice detaylar örneğin Âli imrân Suresinde geçen “Size yediklerinizi ve evlerinizde biriktirdiklerinizi bildiririm” ayeti -yani sen bugün evine şunu getirdin, yastığın altına bunu koydun, bugün şunu yedin dün bunu yedin demesi- işte bütün bu detayları (Hristiyan) kardeşlerimiz zikretmiyor. Yine en büyük mucizelerden Mâide Suresinde geçen ayetlerle İslâmî- Kur’anî rivayetin Hristiyan rivayetine üstün geliyor. Kardeşlerimiz o rivayeti “son akşam yemeği” olarak adlandırıyorlar. 

hamile kalması ve daha nice detaylar örneğin Âli imrân Suresinde geçen “Size yediklerinizi ve evlerinizde biriktirdiklerinizi bildiririm”ayeti -yani sen evinde dezgahın altına şunu koydun yastığın altına bunu koydun, bugün şunu yedin dün bunu yedin, gibi...- İşte tüm bu detayları (Hristiyan) kardeşlerimiz zikretmiyor. Yine bununla ilgili Mâide Suresinin sonlarındaki ayetlerle İslâmî-Kurani rivayet, Hristiyan rivayete üstün geliyor. O da Hristiyan kardeşlerimizin “son akşam yemeği” adını verdikleri rivayettir. “son akşam yemeği” aynı zamanda resmedilmiş meşhur bir tablodur. Hz. İsa ortada duruyor altı kişi bu yanında altı kişi de diğer yanında durmuş, son akşam yemeğini yemekteler -Tin ve Zeytin Dağında kuşatılmaları sırasında-

Peki yiyecek ne? Ekmek ve şarap. Yani ekmekten yemek Hz. İsa (a.s) ın etinden yemek şaraptan içmek ise onun kanından içmek anlamı taşıyormuş! Onun etinden yemek ve kanından içmek ise onu inkar etmemekmiş! Süphanallah! Yani insan kendisinin etinin yenmesini ve kanının içilmesini ister mi... Estağfurullah! 

Ancak Kur’an öyle mi... Kur’an gerçekten büyük bir azamet! Üstelik onların öne sürdüğü rivayetlerden uzak bir portre çiziyor. Aslında Surenin tümü Maide olarak adlandırıldı. İşte bu Maide (*üzerinde yemek bulunan masa) üzere adlandırıldı. “Havariler ey Meryem oğlu İsa” dedikleri zaman kuşatılmışlardı. Kayserin askerleri mevcuttu. Tin ve Zeytin Dağında kuşatılmışlardı. Ki bu dağ Hz. İsa’nın üzerinden yükseltildiği dağdır. “Beled el-Emin” (*yani Emin Belde) ise Mekkedir. Tûr dağı ise Musa’nın üzerinden Allah ile konuştuğu dağdır. Hatta şuanda mevcut olan İncil’de bile buna benzer vasıflar zikredilir; Filistin hakkında, Sahra (*çöl) hakkında ve Sina hakkında bahisler mevcut. Allah’ın rahmetinin tecelli ettiği üç mekan! Musa, İsa ve Muhammed Allah’ın salat ve selamı üzerlerine olsun. Hz. İsa, Tin ve Zeytin Dağında kuşatma altında olduğu zaman yemeğe ihtiyaç duydular. Kendisine bizi yedir, ki sen mucizelerle destekleniyorsun dediler...

 “Havariler: “Ey Meryem oğlu İsa! Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?” demişlerdi.” (Mâide 112)
Duymayanlar için tekrar edelim: Kur’an’da hatta lügatta “Mâide” kelimesi, masa demektir. Bugün Tavla diye kullanılıyor.Bu kullanım ingilizceden geçmiştir; “table” sözcüğü Arapçaya tavla olarak geçti. Ancak kelimenin Arapçadaki asıl karşılığı “hivan”dır.Mâidenin yani masanın üzeri boş ise, üzerinde yemek yoksa “hivan” yani masa olarak adlandırılır; üzerinde yemek varsa “Mâide” olarak adlandırılır. Misal biri fasih Arapçayla konuşmak isterse, misafirlerine “buyurun Mâide’de yemek hazır” derse anlatım bozukluğuna düşer.

Bunun doğru kullanımı şöyledir: “Buyurun Mâide hazır.” Çünkü Mâide demek zaten üzerinde yemek hazır bulunan masa demektir. Ona yememiz içinRabbimiz bize üzerinde hazır yemek bulunan bir masa indirmez mi demişlerdi:

“Havariler: “Ey Meryem oğlu İsa! Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?” demişlerdi. O, “iman etmiş kimseler iseniz, Allah’tan sakınınız” cevabını vermişti.” (Mâide 112) Yani böyle bir istek mi olur (!)diye cevap verdi...

“(Bu sefer Havariler) ‘Ondan yemek istiyoruz, kalplerimiz tatmin olsun, senin de gerçekten bize doğru söylediğini bilelim ve buna şahit olanlardan olalım’ demişlerdi.” (Mâide 113) Yani bununla imanımız artacak, ne güzel olur...

Bunun üzerine: “Meryem oğlu İsa: “Ey Rabbimiz olan Allah’ım! Bize, öncekilerimiz ve sonrakilerimiz için bayram ve senin katından bir mucize olacak bir sofra indir. Bizi rızıklandır. Sen rızık verenlerin en hayırlısısın” dedi.”(Mâide114) 

“Allah da şöyle buyurdu: “Ben onu size indireceğim. Bundan sonra içinizden kim inkar ederse ben ona alemlerden hiç kimseye etmediğim şekilde azap edeceğim.”(Mâide 115)

Neden? Çünkü kişi gözleriyle gökten melekler aracılığıyla bir sofranın indirildiğini gördüğü ve öyle bir mucize ki sadece onu görmekle kalmayıp aynı zamanda bu sofradan yemek yediği halde, üstelik bu da onun talebi neticesinde gerçekleşmişse ve bunlara rağmen inkar yoluna saparsa büyük bir günah işlemiş olur. Mucizeden sonra veya herhangi bir ayetten sonra küfredenin hali ile başkasının hali bir değil. Diyelim ki sen zorluklardan bir zorluk içindesin, ya Rab diyorsun, benim sıkıntılarımı gider diyorsun ve Allah, senin sıkıntılarını gideriyor. Fakat senin sıkıntılarını giderdiğinde ise hemen unutursun “... adeta kendisine dokunmuş olan darlıktan dolayı bize dua etmemiş gibi hareket etmeye başlar” (Yunus 12) Bu çeşit insanları çok gördük...

Bu gibi kişinin azabı,bana sıkıntı bulaştı ya Rab beni kurtar dememiş olanın azabından daha şedittir. Misal nice insan var ki başından kötü bir kaza geçtiğinde hastanedeyken “buradan çıkınca yapacağım ilk şey mescide gitmektir” der. Fakat çıkınca ne mescide gider ne de namaz kılar...

Tabii sayı bakımından daha az olsa da kendi tecrübelerinden faydalanıp hidayete erenler, Allah'tan sakınanlar da vardır. O hâlde:  "Ben onu size indireceğim. Bundan sonra içinizden kim inkar ederse ben ona alemlerden hiç kimseye etmediğim şekilde azap edeceğim." (Mâide 15)

İşte bu, azametli bir sahnedir. Gerçekten de ta küçük yaştan beri Lübnan’da olsun, Suriye’deolsun dünyanın bir çok yerindeki mescitlerinde namaz kıldım ancak bir hâtibin Mâide Suresine bir hutbe ayırdığını hiç duymadım. Üstelik bu sure bunu hakkediyor. Bu mucizenin azametinin şerh etmekle kardeşlerimizin “son akşam yemeği” hakkında naklettiklerine karşıkoyulmalıdır. Ki zamanlabu nakilleribazı filmlerde alay ve tahkirderekesine indi. Yaklaşık on, on beş yıl önce Leonardo da Vinci’nin “Son akşam yemeği” tablosundan esinlenerek bir film yaptılar: da vinci’nin şifresi. Güya Hz. İsa (a.s)’ın sol tarafında bulunan kişi onun oğluymuş ya da buna benzer bir şey. Yani Hz. İsa, çocuk sahibiymiş, falan filan... Yani alay ve tahkir...

Bu film büyük bir ilgi gördü. Şu meşhur tablodan esinlenilmişti. Tesadüfen, artık nasıl bir tasadüfse bu tablo Saddam’ın saklandığı yerde asılıydı, Amerikalılar -Allah onlara lanet etsin- kendisine baskın yaptığı zaman.... Allah, efendimiz Muhammed’e âline ve ashabına selam ve salât etsin...

Demek ki Kur’an’ın Hz. İsa (a.s)’ın hakkında hamilelik (*Hz. Meryem’in hiçbir cinsi münasebette bulunmadan hamile kalması), hamileliğin çok kısa sürüp erken doğması, beşikte konuşması mucizeleri dışındaaktarmış olduğu en yüce mucize işte bu Mâide (*sofra) mucizesidir. Yüzde yüz biliyorum ki kendilerine Haç'ı sembol etmeden önce Hristiyanların sembolü bu Mâide’ydi. Haç sembolünü kendilerine şiar etmeleri Allahu alem Hz. İsa’dan yaklaşık iki yüz yıl sonradır. Tabii araştırılmaya muhtaç bir konu... Ki Rabbimiz buyuruyor:

“Bu konuda onlar zanna dayanmaktan başka bir bilgiye sahip değildirler. Kesin olarak onu öldürmediler.” (Nisâ 157)
Hac meselesinde anlaşmadılar, bunun üzerine savaştılar... Günümüze ulaşan Hristiyanlık öz şeklini almadı...

Tabii bir çok şekli var; Katolik, Ortodoks ve daha sonra Protestan şekillerinde cereyan etmiş.Buna ilişkin Rabbimiz buyuruyor ki:
“Ve ‘biz Hristiyanlarız' diyenlerden de kuvvetli söz almıştık. Onlar da kendilerine hatırlatılanların bir kısmını unuttular. Biz de onların aralarına kıyamet gününe kadar devam edecek bir düşmanlık ve kin saldık. Allah, yapmakta olduklarını kendilerine haber verecektir.” (Mâide 14)

Tarihin hiçbir döneminde Hristiyan fırkalar arasında yaşanan savaşlar kadar savaş yaşanmamıştır. Şimdi bana diyeceksin ki Müslümanlar arasında da yaşanmıştır. Hayır, Müslümanlar arasında âkide temelli hiçbir savaş yaşanmamıştır. Hariciler dersen o ayrı...

Ancak Hz. Ali ve Muaviye arasında gerçekleşen, âkide kaynaklı bir savaş değildi; siyasi bir savaştı. İslam tarihinde yaşananlarıHristiyan fırkaların arasında yaşanan savaşlar, birbirlerine gerçekleştirmiş oldukları toplu katliamlar ve buna benzer trajedilerle kıyaslamak mümkün değildir. Yüce Allah’ın da buyurduğu gibi:

“...Biz de onların aralarına kıyamet gününe kadar devam edecek bir düşmanlık ve kin saldık. ” (Mâide 14)”
Hristiyanlığın günümüz şeklini alması ancak üç yüzlü yıllarda Birinci İznik Konsili ile almıştır. Ki bu mekan hâlen Türkiye’de mevcut ve turistziyaretine açıktır. Bunu internet sayfalarında da görebilirsiniz. Bu Konsil ancak Meryem oğlu İsa peygamberdirdiyen herkes imha edildikten sonra toplanmıştır. Akidesini koruyan ise gizlenmiştir; Selman el-Farisî, Rahib Bahira ve siyerde zikredilen daha niceleri gibi...  

Yani demek oluyor ki Hristiyanlık günümüz şeklini ve Hac sembolünü daha sonra almıştır. Peki bundan önceki sembolleri neydi? Roma İmparatorluğu Hristiyanlığa geçmeden önce, Hristiyanlar evlerinin kapısının üzerinde balık figürünü nakşederlerdi. Hatta bugün bile Vatikana bağlı Nur TV gibi kanalların sembolüne bakın...

Yirmi yıl önce merkezlerine ilk gittiğimde onlara neden sembolünüzün balık olduğunu sordum. Balık Hristiyanlığın Haç'tan önceki sembolüdür demişlerdi. Peki neden deyince, öyle falan demişlerdi....

Neden olacak o balık Mâide’den geliyor da ondan! Çünkü rivayetlere göre Mâide’nin (*sofranın) üzerinde balık da vardı. Evet balık onların merci kaynaklarına göre Haç'tan önceki sembolüdür. Allahualem Birinci İznik Konsili’nden önceki simgeleri balıktı.Kur’an’ın Hristiyanların akidelerine ne dereceye kadar dahil olduğunu görün! Ve ne çok ihtilafları, beyanatları ve Hz. İsa (a.s) hakkında söylenen yalanları keşfediyor! Kur’an-ı Kerim’in bize sunduğu bu büyük mirasla iftihar ediyoruz ve iftihar etmemiz gerekir. Ve senin, onun herkesin Kuran’ı hıfz etmesi lazım. Böylelikle herhangi bir Hristiyanla bir tartışma yaparken hazırlıklı olasın. Yüce Allah’ın buyurduğuna uygun olarak: “kitap ehliyle, ancak en güzel bir tarzda mücadele edin, yalnız içlerinden zulmedenler müstesna...” (Ankebût 46) Zulmedenler kim? Yahudilerle işbirliği yapanlar, öldürenler, insanları yurtlarından çıkartanlar...

Fakat ehli kitaptan seni vatanda ortak olarak gören, seni kardeş bilen, yurttaşlıktan bahseden, bu vatanın herkese yeteceğini söyleyen barışçı kimseye ise ancak güzel ahlakla muamele edilir, güzel söz ve davetle davranılır. Davetine icabet etmese de kendisine ikramda bulunduğun kendisi de sana ikramda bulunan birkardeşin, bir komşun olarak kalır. İslâm ahlâkı bunu gerektirir. Şabanı Ramazanla karıştırmamak lazım (*yerel bir deyim)...

Öyle bir dönem geldi ki biz bazı milisleri veCaca'ı (*Samir Caca: Lübnanlı Hristiyan siyasetçi)Lübnan Hristiyanları temsil eden unsurlar zannettik. Ancak 1989’da Mişel Avn Caca’a karşı savaş açtığında insanların Mişel Avn’ı desteklediğini gördük; hatta köşkte onunla sabahladılar. O halde Hristiyan halkıbazı dönemlerde daha önceleri onların temsilcisi zannettiğimiz milisleri sevmiyormuş. İşte bunları karıştırmamak lazım. Çoğu seni vatanda ortak olarak görmek istiyorlar, seni kendileriyle birlikte görmek istiyorlar. Fakat bazıları Lübnan’ı İsrail’e benzer kavmiyetçi bir yapıda görmek istiyorlar. Kilise tarihinde iki kişi var ki onlar bu hususla ilgili geniş çaplı bir görüş beyan ettiler. Bunlardan biri Patriyak Ârida -55’te vefat etti-, diğeri ise Mutran Mübarek -Mutran Beyrut da denilir- Patriyak Ârida bir dönem ve Mutran Mübarek bu vatanın yani Lübnan’ın sadece Hristiyanların vatanı olması gerektiğini ileri sürüyorlardı. Allah için doğru şahitlerden olmak hasebiyle şunu teslim etmemiz lazım: Onlara haddini bildiren Vatikan oldu. Defalarca ifade ettik;

Vatikan'ın Müslümanların ve Hristiyanların beraberyaşamaları hususundaki yaklaşımı çok iyidir; Patriyak Râi’nin de yaklaşımından bir çok unsurun yaklaşımından daha iyidir... Zaten Patriyak Râi, şuan geliş amacıyla çelişki içerisinde. Kendisi geldiği zaman Vatikan’dan fanatizmin ifsad ettiği şeyleri ıslah etmek üzere gönderilmişti. Ancak kendisi bugün geliş maksadının aksini yapmaktadır... Konu uzun kardeşlerim...maalesef...

Söyleyeceklerimden emin bir şekilde diyorum ki: Müslüman ve Hristiyanların hakiki birliktelik içinde yaşamasına karşı çıkan söz ve görüş sahibi hiçbir Müslüman bulamazsınız. Örneğin Hristiyanların çıkartılmasını istiyoruz diyen hiç bir Müslüman grup yoktur...

Veya onlara zulmetmeyi isteyecek... Ama maalesef bugün Taif Antlaşmasından (*Taif Antlaşması: Lübnan iç savaşını sonlandıran 1989’daki antlaşmadır) önceki düğümler geri dönmüş gözüküyor. Neydi o düğüm? Hristiyanların artan Müslüman nüfustan korkma veya Müslüman denizinde kaybolma korkusu düğümü, diğeri ise Müslümanların küsme düğümüydü; çünkü Müslümanlar, devlet imkanlarının tümününHristiyanların elinde olmasından, yoğurdu ile beraber kaymağı onların yemesinden rahatsız oluyorlardı. Taif Antlaşması ile bu kaygılar bir nebze hafifletildi;

Cumhurbaşkanı’nın bazı yetkileri alınıp ortak hükümete verildi, bazı makamlar emniyet birimi, Lübnan Topluluğu Başkanlığı ve benzeri bazı mansıplar Müslümlara verildi. Yani bazı basit imtiyazlar...

1975 veya 1976’da gerçekleşen Saydet el-Birtoplantısında -o zaman savaşın ilk zamanlarıydı- bizzat kendileri biz Müslümanlarla yaşamak istemiyoruz, onlar nüfuslarını arttırıyor, biz arttırmıyoruz, dediler. -Ne yani sizin nüfusunuzun artmaması bizim suçumuz mu-  zamanla çoğunluğu Müslümanlar ele geçirek dediler... Evet, öyle de oldu; 1943’te Lübnan nüfusunun yarısı Hristiyan diğer yarısını da Müslümanlar oluşturuyordu. Günümüzde ise Marunîler hatta tüm Hristiyanlar nüfusun üçte birini oluşturuyor -oysa eskiden sadece Marunîler tek nüfusun yarısını oluşturuyordu-, Şiiler üçte birini oluşturuyor, Sünniler de üçte birini oluşturuyor. Çünkü Müslümanlar da doğum oranı daha yüksek buna mukabil Hristiyanlarda ise göç oranı daha yüksek. Hristiyan göçmen, Batı’da asimile olup yurdunu unutur ancak Müslüman öyle değil; Batı’da otuz kırk yıl yaşasa da sonunda yurduna dönüp ev inşa eder ve memleketinde oturur... Neyse daha fazla uzatmıyım...

İslâm geleneği ve Kur’an ile iftihar edin ey Müslümanlar! Ve sakın ola kıyamet gününde Allah’ın haber verdiğişu kişilerden olmayın: “Peygamber dedi ki: “Ey Rabbim! Doğrusu kavmim şu Kur’an’ı terkedilmiş halde bıraktılar.” (Furkan 30)

Bu Kur’an’ı terk etmeyin; içindeki azametli manalar, net görüş, hiçbir kuşku ve şüpheyi barındırmayan, herhangi bir tercümeyle ifsad olmamış ve hiç kimsenin onunla oynamaya güç yetiremeyen naslarıylagüçlenirsiniz, onunla hüccetiniz sağlam olur. O halde neden hüccetinde ve mantığında zayıf olasın? Bizi zayıf kılan şey Müslümanların çoğunun İslâm’i hayatlarına tatbik etmemeleridir. Şayet Müslümanlar, gerçek anlamda İslâm’a tabi olsalar dünyada İslâmın karşısında durabilecek hiçbir akide ve inanç yoktur. 

Hamd âlemlerin rabbi olan Allah’adır. Salât ve selam yaratılmışların efendisi, Allah’ın elçisi Muhammed’e, âline, ashabına ve ona tâbi olanların üzerine olsun. Allah’tan başka ilah olmadığına Muhammed’in O’nun Resulü olduğuna şehadet ederim. 
       ****

“Ey iman edenler Allah’tan sakının.” (Haşr 18)

Evet, bir çok mucize vardır; bunlar ne İncil’de zikrediliyor ne de kardeşlerimiz (*Hristiyanlar) bundan söz ediyor. İnşallah yeri gelince tamamlayacağız bu bahsi. Bunlardan bazıları ölünün diriltilmesi, çamurdan bir kuşun hakiki bir kuşa dönüştürülmesi...

Ayrıca Hz. İsa’nın göğe yükseltilmesi ve kıyamet günününmucizelerinden bir mucize olan onun tekrardan yeryüzüne geri geleceğinden de söz etmemiz icab eder. Müslüman kalplerinde Hz. İsa (a.s) hakkındaki akidemizi tekrardan vuzuha kavuşturmamız gerektiği düşüncesindeyim. Ki O’nun Kur’an’da yüce bir yeri vardır...

O büyük şefaat bile yeterlidir... Hepiniz bunu biliyorsunuz; peygamberlerin tümü kendilerinden şefaat istendiği zaman her biri bir mazeret sunar, ancak Hz. İsa hariç. O, “ben yapamam çünkü şöyle bir hata yapmıştım” demez. Şunu diyecek: “bu işin ehli ben değilim; bu işin ehli Muhammeddir (s.a.v). 

Allah'tan bize faydalı olanı öğretmesini, kalplerimizi sabit kılmasını dileriz. 

“Şüphesiz, Allah ve melekleri Peygambere salat ederler. Ey iman edenler, siz de ona salat edin ve tam bir teslimiyetle ona selam verin.”

Allahım (peygamber efendimiz) Hz. Muhammed ve âlini, Hz. İbrahim efendimiz ve alinî mübarek kıldığın gibi mübarek kıl. Şüphesiz sen Hamîdsin, Mecîdsin.

Allah’ım! Bizi gam ve kederden kurtar... Allah’ım! Dert ve tasamızı gider... Allah’ım meşekkatimizi feraha tebdil eyle. Allah’ım yoksulluğumuzu nimet lütfunla değiştir... Allah’ım öfke ve gazabı üzerimizden kaldır, kalbimize hakikati sevdir, hak olanda sözümüzübirleştir.

Allah’ım ey alemlerin Rabbi, münafıkların ve din tâcirlerinin maskesini düşür ve hâlimizi daha iyi bir hâle değiştir, İslâm ve Müslümanlar için hayır isteyeni muvaffak kıl, İslâm ve Müslümanlar için şer isteyenin canını yenilmezliğine ve kudretine yaraşır bir şekilde al!Halimizi daha iyi bir hâle değiştir, babalarımıza ve annelerimize mağfiret buyur, Filistin’de ve her yerde mücahitlere yardım et, İşlerimizi hayırlarla sonuçlandır... 

“Ey Allah’ın kulları! Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O,düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.“(Nahl 90)

KUDÜS GÖNÜLLÜLERİ EĞİTİM AKADEMİSİ

Sosyal medyada paylaş: Facebook Twitter Whtasapp


Hakkımızda

Uluslararası Siyasal Gündem - Kudus Analiz | KA kudusanaliz.com


Kudüs Analiz sitesi bir Kudüs Medya AŞ portalıdır




Son Güncellenenler


Network Yazılım